Ana Sayfa » Cumhuriyet Gazetesi Cuma Kitapları » Avrupa ile Asya Arasındaki Adam: Gazi Mustafa Kemal – III : 32
Mustafa Kemal telgrafla verdiği cevapta, önderlerin ele geçmemeye bakmalarını ve zamanında güvenli bir yere sığınmalarını bildirdi.
Derken 16 Mart 1920 sabahı çok erken saatlerde cezalandırma harekâtı başlatıldı. Yapılan iş İstanbul'un daha esaslı, sözde “disiplinli” işgaliydi. Harekâtı müttefik silahlı kuvvetlerinin başkomutanı sıfatıyla İngiliz generali Sir Henry Wilson yönetiyordu. Paris ve Roma gerçi ortaklaşa alınacak önlemleri onaylamışlardı, fakat bunun uygulamasına katılmak istemediler. Bu yüzden işgal çıkarması yalnızca İngiliz Deniz Kuvvetlerince yapıldı. Fransa ile İtalya işgalin başarıldığını ve başkentin tümüyle İngiliz denetimi altına girmek tehlikesinin belirdiğini görünce, hemen harekete geçip kentin denetiminde paylarını istediler.
İngiliz birlikleri bir baskın harekâtıyla ana caddeleri tuttular. Türk karakollarına ve polis merkezlerine girdiler, telgrafhaneleri ve bütün önemli devlet binalarını işgal ettiler.
Harbiye nezaretinin telgraf merkezinde yiğit bir memur, Ankara'yla bağlantıyı sürdürmek için, son saniyeye kadar görevi başında kaldı. Son telgrafı şöyleydi: “İngilizler kente girdiler. Sabahın erken saatinde, askerlerimiz henüz uyurken nöbetçilere saldırdılar. Altı ölü ve on beş yaralı var. Durmadan yeni birlikler caddelerden geçiyor. Şu anda İngiliz askerleri bakanlığa yaklaşıyorlar. Geldiler. Nizamiye kapısındalar. Bağlantıyı kesiniz. İngilizler burada.” Ondan sonra da Ankara'nın başkentle bağlantısı kesildi.
Daha geceden millî parti milletvekillerinden bir kısmı evlerinde tutuklanmıştı, aralarında Rauf Beyle Fethi Bey de vardı. Hepsini zaten dolu olan hapishanelere kapattılar; buralarda siyasal nedenlerle tutuklanmış, kimi üst kimi alt rütbeden bir yığın subay ve memur, adi suçlularla birlikte, ağılda koyunlar gibi üst üste bulunmaktaydı. Bazıları yanlışlıkla tıkılmıştı buraya, bazıları da neyle suçlandırıldıklarını bilmeden iki yıldır buradaydı.
Ertesi günü bütün hapishaneler boşaltıldı; içerde kim varsa ister bakan ya da soyguncu katil, ister milletvekili veya hırsız, ister suçlu ister suçsuz olsun, hepsi hiçbir sorgulama ya da buna benzer bir işlem yapılmadan, bir savaş gemisine bindirilerek Malta adasına götürüldü; orada hiç de iyi olmayan koşullar altında, kalede tutsak hayatı yaşamaya başladılar.
İstanbul'un zorbaca işgalinden çok, özellikle bu keyfi sürgün, ciddi sonuçlar doğurmuştur. Bir İngiliz bu konuda “Büyük Britanya adaletine olan inanç çok ağır bir darbe yemiştir” diye yazar. Başkentten genel bir göçtür başladı. Milletvekillerinden bir kısmı tam zamanında kaçmayı başarmıştı; onları subaylar, memurlar ve millî harekete katılmış ya da şimdi katılmayı düşünen herkes izledi. Padişaha karşı nefret duygusu gittikçe büyüyordu. Onun danışmalarının tutuklanan kimselerin adlarını düşmana verdiği söyleniyordu. Müttefikler kendilerini bir başkentin sahibi olarak görmekteydiler; ne var ki burası aslında bir başkent değildi artık. On ikiden vurmak istemişlerdi, ama karavana atmışlardı.
İstanbul'da sıkıyönetim ilân edildi. Basına çok katı bir sansür kondu. Posta, telgraf, polis örgütleri müttefiklerin yönetimi altına girdi.
Bakanlıklar işlevlerini sürdüreceklerdi, fakat sıkı gözetim altında bulundurulacaklardı. Halka hitaben yatıştırıcı bir bildiri yayımlandı, özetle kendi halinde uysalca yaşamanın en başta gelen yurttaşlık görevi olduğu belirtiliyor ve bildiri “Her Türk devleti vatandaşının en birinci ödevi, sultanın buyruklarına boyun eğmesidir” sözleriyle bitiyordu.
Sultan Vahdettin kendini milliciler kâbusundan kurtulmuş sayıyordu. Çok iyi bildiği bir şey de -bunu sadece o ve Mustafa Kemal bilmekteydi- generalin başarıya ulaşması halinde tahtın da saltanatın da sona ereceğiydi. Millicilere karşı acımasız düşmanlığı, İngiltere'ye dört elle sarılması ve korkusundan ileri gelen körce tutumu hep bundan kaynaklanıyordu. Oysa cesur bir adım atabilseydi belki kendini
« 01 ... 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 ... 56 »