Ana Sayfa » Cumhuriyet Gazetesi Cuma Kitapları » Çankaya – II : 11


ÇANKAYA - II

FALİH RIFKI ATAY


1908 Meşrutiyetinin ilk devirlerinde tenkitlerini sevmedikleri için Zeki Bey, Hasan Fehmi ve Samim gibi gazetecileri birer gece kurşunu ile yere seren fedailerden hiçbirinin, her gün üç dört sütun bütün efendilerine, şereflerine ve tarihlerine sövdükten sonra, tek başına, ferah ve kibirli, “Sabah” gazetesinden köprüye yaya inen Ali Kemal'e yan baktıklarını bile görmüyorduk.
Atatürk hakkında “Bozkurt” kitabını yazan Armstrong, mütarekede İngiliz subayı olarak İstanbul'a gelmiştir. Bir başka kitabında tatlı su Osmanlılığı, Hürriyet - ve - İtilâf Türklüğü ve Beyoğlu Hıristiyanlığının İstanbulu hakkında şu fikri söyler: “İstanbul şehri bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların şehri. Burası entrika, rezalet, hile, korkaklık karargâhı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar şehri.”
Zamane şeyhülislâmının kendi kapısında görüşme nöbeti beklediğini de yine bu subay aynı risalesinde yazar.
General Franchet d'Esperey köprü başından beyaz bir ata binerek ve atı ürktüğü için kendini selâmlayan mızıkayı kırbacıyla susturarak, Galata nümayişçileri arasından Beyoğlu'na çıktı. Bu beyaz at, fetih resimlerinde İkinci Mehmed'in suya at süren 465 yıllık hayaletini çiğnedi, geçti.
Öğle üzeri padişahı kovarak Dolmabahçe Sarayı'na kendi yerleşmek istediği havadisini duyduk. Acaba Fransız generalini Dolmabahçe Sarayı üzerinde kendi bayrağını dalgalandırma fikrinden caydırmak mümkün olacak mı idi? Bütün kaygımız bu…
Rahmetli Süleyman Nazif, gazetelerden birinde, bu giriş gününe “kara gün” adını vermiştir ve birkaç satırlık bir fıkra yazmıştır. Franchet d'Esperey bunu haber alınca:
- Hemen yakalayınız, kurşuna diziniz, emrini verir. Kim bilir kimlerin ricaları üzerine Dolmabahçe Sarayı'na yerleşmek ve Süleyman Nazif'i kurşuna dizdirmekten vazgeçer.
Bu çözülüş gittikçe ağırlaşarak Yunanlılar İzmir'e ve Mustafa Kemal Samsun'a çıkıncaya kadar sürüp gidecektir.
İstanbul'da hayat denebilecek ne varsa, birkaç gün içinde Türklüğün havasından çıktı. 1911'den, hele Rumeli'yi kaybettikten beri durmadan düşen İstanbul'un Birinci Dünya Harbinde çekmedik çilesi kalmayan Müslüman semtleri bir göçüş hâli gösterir. Hemen bütün mülkler, mücevhere benzer şeyler Emniyet Sandığına veya tefecilere rehin verilmiştir. Atina Bankası, Türk malı satın alacak olanlara hesapsız kredi açar. Gazetelerde ikide bir, satmayınız, göçmeyiniz, konulu yazılar okursunuz.
Kendi kendime düşünürüm: Eğer o hâl devam etseydi ne olurduk? Padişahın sarayından son memurun yuvasına kadar, cemiyetin başı hazneye bağlı idi.
Galata kaynaşmakta, Beyoğlu şenlik içinde, biz ise şehrin bu yakasında birbirimizin boğazına sarılmış, sövüşüp duruyorduk. Sevmediklerinden öç almak için işgal casuslarına yanaşanlar çoktu. Bir sabah gazetelerde Asquit'in şu sözlerini okumuştuk: “Asırların gördüğü en aşağılık idareyi tahrip ederek ileriye doğru bir adım attık. Büyük hasta, ölüm döşeğinde. Birçok defalar pişmanlık getirmiştir. Bu hastanın milletler ailesi ortasında, bir şer kuvveti olarak son günlerini yaşadığını umut edelim. Mezarı üstüne yazılacak kitabenin ne olacağını bilmiyorum, fakat Osmanlı Devleti bir daha bâs-ü bâdelmevte nail olamayacaktır.”
Hemen o gün Maarif Nazırı:
- Elbet. Elbette, diyor, mağlûp değil miyiz? İstediklerini yapacaklar.
Ertesi gün halkın yılgınlığı içinden bir ses çıkıyor. Bu ses Kadıköy kadınlarınındır. Kimdi bu hanımlar bilmiyorum. Gazetelerin koymaya cesaret ettikleri telgraf şu idi: “Çanakkale müdafaasını yapan «   01   02   03   04   05   06   07   08   09   10   11   12   13   14   15   16   17   18   19   20   21   ...    71   »