Ana Sayfa » Yolculamak » Bozkırda (Öyküler) : 35
Yakov, kahkahalarını işitti az sonra. Sağ ayağını hırsla yere vurdu, hızlı hızlı soluyarak öylece kalakaldı.
Uzaklarda, sarı ve ölgün kum tepeciklerinin ötesinde; küçük, karanlık bir insan görüntüsü kımıldıyordu. Sağında neşeli, güçlü bir deniz güneşin altında parıl parıl yanıyor; solundaysa, ufkun sonuna kadar, tekdüze, hüzün verici bir çöl uzayıp gidiyordu. Yakov bu yalnız adama baktı, baktı, sonra onur kırıklığı ve şaşkınlık yaşlarıyla buğulanan gözlerini kırpıştırdı, elleriyle hızlı hızlı göğsünü oğuşturdu.
Dalyanda çalışma kızışmıştı.
Malva'nın göğüsten gelen, ayartıcı sesi çınladı:
- Kim aldı benim bıçağımı?..
Dalgalar gürüldüyor, güneş parlıyor, deniz gülüyordu…
(1897)
Canımız ölesiye sıkkın, kurtlar gibi aç ve bütün dünyaya öfkeli, Perekop'tan çıktık. Bütün bir gün bir şey çalabilmek ya da kazanabilmek için elimizden geleni yapmış, fakat sonunda ikisini de başaramayacağımıza aklımız kesince daha ileriye gitmeye karar vermiştik. Ama nereye? Daha ileriye olsun da…
Çoktandır yürüdüğümüz bu hayat yolunda ne pahasına olursa olsun daha ileriye gitmeye hazırdık. Her birimizin ayrı ayrı, sessizce verdiği bu karar, aç gözlerimizdeki keskin parıltılardan açıkça okunuyordu.
Üç kişiydik. Kerson'da, Dinyeper kıyısında bir meyhanede tanışmıştık kısa bir süre önce.
Birinci arkadaş, demiryolu taburunun askerlerindendi. Sonradan -söylediğine göre- yol ustası olmuş. Kızıl saçlı, iri yarı bir adamdı. Külrengi gözlerinin soğuk bir bakışı vardı. Almanca biliyordu. Hapishane yaşayışı üzerine geniş bilgi sahibiydi.
Bizim gibiler geçmişlerinden söz etmeyi pek sevmezler. Her zaman az çok bir nedeni vardır bunun. Bu yüzden birbirimize inanıyor, hiç değilse inanmış görünüyorduk. Çünkü aslında kendimize de inandığımız yoktu pek.
İnce dudakları her zaman kuşkuyla büzülmüş, ufak tefek, kuru bir adam olan ikinci arkadaş, Moskova Üniversitesi'nin eski öğrencilerinden olduğunu söyleyince, ben ve asker gerçek sanmıştık bunu. Aslında, bir zamanlar, öğrenci mi, polis hafiyesi mi, yoksa hırsız mı olduğu umurumuzda değildi. Tanıştığımızda bizimle aynı tabakadan olduğunu bilmemiz yetiyordu. Açtı. Kentlerde polisin, köylerde mujiklerin özel ilgisinden tedirgin oluyor; kovalanmış, aç bir canavar gibi hem onlardan, hem ötekilerden nefret ediyor; herkese, her şeye karşı evrensel bir kin besliyordu. Aynı yolun yolcusuyduk yani.
Üçüncü bendim. Küçük yaşlardan beri çok alçakgönüllüyümdür. Erdemlerimden söz etmeyeceğim bu yüzden. Safdil görünmemek için de eksiklerime değinmeyeceğim. Yalnız, kişiliğim üzerine bir yargıya varabilmemiz bakımından şu kadarını söyleyeyim: Kendimi ötekilerden daha iyi buluyordum. Bugün de aynı kanıdayım.
Böylece Perekop'tan çıktık; bir çobana rastlarız umuduyla ilerlemeye başladık. Onlardan her zaman ekmek istenebilir. Bu konuda yolcuları geri çevirdikleri pek görülmemiştir.
Askerle ben yan yana yürüyorduk. “Öğrenci” arkamızdan geliyordu. Zamanında ceket olduğu belli bir şey sarkıyordu omuzlarından. Sıfır numara traşlı, sivri, fırlak kafasına geniş bir şapka artığı geçirmişti. Renk renk yamalarla kaplı boz renkli bir pantolon bacaklarını sıkı sıkı sarıyordu. Yolda bulduğu bir çizme koncunu elbisesinin astarından kopardığı parçalarla çıplak ayaklarına bağlamıştı. Sandal adını verdiği bu şeylerle dünyanın tozunu kaldırarak sessizce yürüyor; yeşilimsi küçük gözleri kıvılcımlar saçıyordu.
Al basmadan bir gömlek vardı askerin sırtında. Kerson'dan “elceğiziyle” aldığını söylüyordu bunu. Gömleğin üstüne de kalın, pamuklu bir yelek geçirmişti. Ordu yönetmenliğince “sağ kaşının üstüne kabadayıca yıkılmış” rengi belirsiz bir asker kasketi vardı başında. Bacaklarında geniş bir Ukrayna şalvarı sallanıyordu. Yalınayaktı.
Ben de onlar gibi giyimli ve yalınayaktım.
Bozkır, dört bir yana göz alabildiğine uzayıp gidiyor; mavi, kızgın ve bulutsuz gökkubbenin altında engin genişlikte, yuvarlak, kara bir tabak gibi yatıyordu. Onu geniş bir çizgiyle kesen boz renkli, tozlu yol, ayaklarımızı yakıyordu.
« 01 ... 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 »