Ana Sayfa » Yolculamak » Bozkırda (Öyküler) : 36
Arada bir, kısa ve sivri sapları, tuhaf bir biçimde, askerin çoktandır ustura değmemiş yüzünü andıran yeni biçilmiş ekin tarlalarına rastlıyorduk. Asker kısıkça, kalın bir sesle şarkı söyleyerek gidiyordu:
“Ve senin kutsal pazarını ilahilerle kutluyoruz…”
Ordudayken kışla kilisesinde zangoç gibi bir şeymiş. Sayısız ilahiler, manzumeler biliyor; nedense, canımız konuşmak istemediği zamanlarda bu bilgisini hep kötüye kullanıyordu.
Karşımızda, ufukta, kıyıları yumuşak çizgili, mordan pembeye kadar renk renk birtakım görüntüler belirdi.
“Öğrenci”:
- Bunlar Kırım dağları olmalı, dedi.
- Dağlar! (Asker bağırdı.) Dostum, sen dağları görmekte acele ettin. Onlar bulut… Baksana, görmüyor musun?.. Sanki sütlaç…
Bulutların sütlaç olmalarındaki güzelliği düşündüm.
Asker:
- Kör şeytan! diye küfür sallayarak tükürdü. Bir tek canlı varlığa olsun rastlayabilseydik! İn cin top oynuyor… Bu gidişle kışın ayıların yaptığı gibi kendi pençelerimizi emmek zorunda kalacağız…
“Öğrenci” üst perdeden:
- İnsanların bulunduğu yerlerden geçmemiz gerektiğini söylemiştim, dedi.
Asker öfkelendi:
- Söylemiştim!.. Sadece söylemek için bilgi edinmişsin zaten. İnsanların bulunduğu yer hani? Şeytan bilir nerde?
“Öğrenci” dudaklarını büzerek sustu. Güneş batıyor; bulutlar çeşit çeşit, sözle anlatılamaz renklere bürünüyordu. Bir toprak ve tuz kokusu geldi burnumuza.
Bu kuru, lezzetli koku, iştahımızı büsbütün kamçıladı. Midemiz kemiriliyordu. Tuhaf, tatsız bir duyguydu bu. Sanki vücudumuzun özsuları çekiliyor, buharlaşıyor; kaslarımız gevşeyip pörsüyordu. Ağzımız, boğazımız kupkuru kesilmişti. Güçlükle yutkunuyorduk. Başımız dönüyor, gözlerimizin önünde kara lekeler uçuşuyordu. Bu lekeler kimi zaman üstünde dumanlar tüten bir et parçası ya da bir somun oluveriyor; hayal gücümüz “geçmişin bu dilsiz görüntülerini” kendilerine özgü kokularla donatıyor, işte o zaman midelerimiz bir bıçakla oyuluyordu sanki.
Yine de duygularımızı birbirimize ileterek, bir yerde bir koyun sürüsü görürüz ya da Ermeni pazarına yemiş götüren bir Tatar arabasının keskin gıcırtısını işitiriz umuduyla gözlerimizi dört açmış, kulaklarımız kirişte, yürüyorduk.
Fakat bozkır bomboş uzayıp gidiyordu. Bir gün önce üçümüz bir buçuk iki kiloluk bir çavdar somunuyla beş tane karpuz yemiştik. Fakat kırk verst yol almıştık bunun üstüne. Giderimiz gelirimize uygun değildi yani ve Perekop'un pazar yerinde uyumaya çekilmişken, midelerimiz kazınarak uyanmıştık.
“Öğrenci” pek yerinde olarak, geceleyin uyuyacağımıza bir şeyler… yapmamızı önermişti. Fakat düzenli bir toplumda mülkiyet hakkını zedeleyecek tasarılardan yüksek sesle söz etmek yakışık almayacağı için bunu geçelim. Doğruluktan ayrılmak istemem; kabalık işime gelmez. Yaşadığımız şu yüksek uygarlık günlerinde insan ruhlarının gitgide yumuşadığını bilenlerdenim. Komşusunun boğazına düpedüz onu boğmak amacıyla sarılan bir kimse bile, elden geldiğince kurallara uyarak, incelikle yapmaya çalışıyor bunu. İnsan ahlakındaki bu ilerlemeyi kendi boğazımın geçirdiği bir deneyden biliyorum. Sevinerek belirteyim ki, dünyamızda her şey gelişmekte, yetkinleşmekte. Hapishanelerin, meyhanelerin, genelevlerin yıldan yıla çoğalması bunu yeterince kanıtlamıyor mu?
Kuruyan tükürüklerimizi yutarak, midelerimizdeki sancıyı dostça konuşmalarla bastırmaya çalışarak, ıssız bozkırda, batan günün kızılımtırak ışıkları içinde yürüyorduk. Güneş, renk renk bezediği yumuşak bulutlara usulca giriyor; arkamızdan ve yanlardan göğe doğru yükselen mavimsi bir sis, asık yüzlü ufukları daraltıyordu.
Asker yol üstünden bir ağaç parçası alarak:
« 01 ... 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 »