Ana Sayfa » Yolculamak » Bozkırda (Öyküler) : 37


BOZKIRDA (ÖYKÜLER)

MAKSİM GORKİ

DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 104


- Kardeşçikler, ateş yakmak için çalı çırpı toplayın, dedi. Geceyi bozkırda geçirmek zorunda kalacağız; çiğ düşer! Hayvan tersi, dal parçası, ne bulursanız alın.
Yolun iki yanına dağıldık. Kuru ot ve yanabilecek ne varsa toplamaya koyulduk. Yere her eğilişimizde yüzükoyun kapaklanıvermek, kara ve yağlı toprağı yemek, yemek, tıka basa yemek, sonra oracıkta uyuyakalmak için dayanılmaz bir istek uyanıyordu içimizde. Varsın sonsuz bir uyku olsundu bu; umurumuzda değildi. Yemek, çiğnemek, sıcak ve koyu bir yiyeceğin ağzımızdan geçerek kuruyup darlaşmış yemek borularımızdan aktığını, bir şeyler emmek tutkusuyla kızışan midelerimize indiğini hissetmekten başka bir şey istediğimiz yoktu.
Asker:
- Hiç değilse kök mök bulabilseydik… diye içini çekti. Birtakım yenilebilir kökler vardır…
Fakat sürülmüş kara toprakta hiçbir kök yoktu. Güney gecesi hızla bastırıyordu. Daha güneşin son ışıkları sönmeden, koyu mavi gökyüzünde yıldızlar parlamaya başlamıştı bile. Çevremizde gölgeler yoğunlaşıyor, bozkırın sonsuz uzaklığı gitgide daralıyordu…
“Öğrenci” usulca:
- Kardeşçikler, diye fısıldadı; orada, solda bir adam yatıyor…
Asker kuşkuyla:
- Ne adamı? diye homurdandı. Adamın orada ne işi var?
- Ne bileyim, git de sor. Bozkıra yerleştiğine göre muhakkak ekmeği de vardır.
Yolun solunda, yüz yüz elli metre ötede yükselen karanlık tümseğin, bir insan olduğunu ancak “öğrenci”nin yeşil, keskin gözleri seçebilirdi. Asker baktı, kararlı bir tükürük fırlatarak:
- Oraya gidiyoruz! dedi.
Sürülmüş tarladaki toprak keseklerini çabuk çabuk geçerek karaltıya doğru yaklaşmaya başladık. İçimizde beliren yiyecek ümidi, açlığımızı büsbütün keskinleştiriyordu. Oldukça yaklaştığımız halde tümsekte bir kıpırdanma yoktu.
Asker bozuk bir sesle, hepimizin aklından geçen şeyi söyledi:
- Belki de insan değildir.
Fakat tam bu sırada kuşkularımız dağıldı. Karaltının kımıldadığını, yükseldiğini gördük. Bir insandı bu. Dizlerinin üstünde duruyordu şimdi. Kolunu bize doğru uzattı; boğuk, titrek bir sesle bağırdı:
- Yaklaşma, yakarım!
Puslu havada kısa, kuru bir şakırtı işitildi.
Zınk diye durduk. Bu düşmanca karşılamadan ötürü sersemlemiştik. Birkaç dakika sustuk.
Asker hınçla:
- Al-çak herif! diye homurdandı.
“Öğrenci” düşünceli düşünceli:
- Hım… dedi. Silah taşıdığına göre kulağı kesiklerden olmalı.
Asker:
- Hey! diye bağırdı.
Bir şeye karar verdiği belliydi.
Adam kımıldamadan öylece duruyor, ses etmiyordu.
- Hey, oradaki! Sana dokunmayacağız… Varsa ekmek ver bize… Haydi, kardeş… İsa aşkına!.. Allah belanı versin, alçak namussuz!..
Bu son sözleri bıyıkları arasından söylemişti.
Adam hâlâ susuyordu.
Asker sesinde bir hırçınlık ve ümitsizlik titremesiyle yeniden söze başladı:
- İşittin mi? Ekmek istiyoruz! Yanına gelmeyeceğiz… Sen oradan fırlat…
Adam kısaca:
- Olur, dedi.
“Benim sevgili kardeşlerim” diye başlayan, en kutsal, en temiz duygularla dolu bir söylev, bizi bu boğuk ve kısa “Olur!” sözcüğü kadar coşturamaz, duygulandıramazdı.
Asker tatlı tatlı gülümseyerek:
- Bizden korkma iyi adam, diye söze girişti…
«   01   ...    27   28   29   30   31   32   33   34   35   36   37   38   39   40   41   »