Ana Sayfa » Yolculamak » Çocukluk : 11


ÇOCUKLUK

LEV TOLSTOY

DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 33


vücudunu eğmek zorundaydı. Üzerinde hem kaftanı, hem de papaz cübbesini andıran, lime lime bir şey vardı. Elinde kocaman bir değnek tutuyordu. Odaya girince, bütün gücüyle değneği yere vurdu, kaşlarını çatıp ağzını kulaklarına kadar açarak korkunç, garip bir kahkaha attı. Bir gözü kördü, bu gözün beyazlaşmış gözbebeği durmadan dönüyor, zaten çirkin olan yüzüne büsbütün iğrenç bir anlam veriyordu. Kısa adımlarla koşarak Valodya'ya doğru yaklaştı ve:
- İşte yakalandınız! diye bağırdı. Valodya'nın başını yakaladı, dikkatle incelemeye koyuldu. Sonra, pek ciddi bir tavırla ondan uzaklaşıp masaya yanaştı, muşambanın altına üflemeye, istavroz çıkarmaya başladı. Valodya'ya dikkatle bakıyor, gözü yaşlı, titrek bir sesle:, “Vah, vah, yazık! Zavallılar!.. Uçup gidecekler!” diyor ve gerçekten akan gözyaşlarını koluyla siliyordu.
Sesi kaba ve hırıltılı, devinimleri çevik ve kesik, sözleri birbiriyle ilgisiz ve anlamsızdı (hiç adıl kullanmıyordu); ama konuşması öyle dokunaklıydı, sarı ve çirkin yüzü kimi zaman öyle açık bir üzünçle doluyordu ki, onu dinlerken acıma, dehşet ve üzüntü duymamak olanaksızdı.
Bu, başıboş gezen deli Grişa idi.
Nereliydi? Kimin nesiydi? Böyle nerde akşam orda sabah bir ömür sürmeyi nereden aklına koymuştu? Bunları kimseler bilmiyordu. Bildiğimiz yalnızca şuydu: Grişa, yaz kış yalınayak dolaşıyor, on beş yaşından beri ermiş olarak tanınıyordu. Manastırları geziyor, sevdiklerine azizlerin resimlerini armağan ediyor, birtakım gizemli sözler söylüyor, kimileri bu sözlerin öte dünyadan bir haber olduğuna inanıyorlardı; hiç kimse onu başka bir kılıkta görmemişti. Ara sıra büyükanneme uğrarmış. Kimileri, onun zengin bir ailenin temiz ruhlu, zavallı oğlu; kimileri de orta halli bir köylü ve tembelin biri olduğunu söylerdi.
Sonunda, çoktan beri beklenen düzensever Foka geldi, biz de aşağı indik. Grişa içini çekerek saçmalamayı sürdürüyor, sopayla merdivenlere vura vura arkamızdan geliyordu. Annemle babam salonda kol kola geziniyor, sessiz sessiz bir şeyler konuşuyorlardı. Marya İvanovna, sedirin iki yanında karşılıklı duran koltuklardan birine kurulmuş; yanında oturan kızlara sert, ama kısık bir sesle öğütler veriyordu. Karl İvanoviç odaya girer girmez, Marya İvanovna ona baktı ve, 'Ben sizin varlığınızın ayrımında bile değilim' der gibi bir davranışla başını çevirdi. Kızların gözlerinden, bize bir an önce çok önemli bir haber vermek istedikleri okunuyordu. Ama, yerlerinden sıçrayıp bize koşmaları, Mimi'nin kurallarını bozmak olurdu. Ancak, ona yaklaşıp, ayaklarımızı birbirine vurarak, “Bonjur Mimi,” dedikten sonra, konuşma izni alınabilirdi.
Bu Mimi, ne çekilmez bir yaratıktı! Onun yanında hiçbir şey konuşulamazdı ki; o, her şeyi terbiyesizlik sayardı. Üstelik de, tam Rusça gevezelik etmeye can attığımız bir sırada, “Parlez donc Français!” (20) diye bize askıntı olur ya da yemek arasında -tam bir yemeğin tadını alıp da, kimse karışmadan yemek istediğimiz bir sırada,- o kesinlikle, “Mangez donc avec du pain” (21) ya da, “Comment est-ce que vous tenez votre fourchette?” (22) derdi. 'Bizimle ne ilgisi vardı sanki! Kendi kızlarına baksa ya! Bizimle ilgilenecek Karl İvanoviçimiz var,' diye düşünürdüm. Karl İvanoviç haklı; kimi insanlara karşı duyduğu nefret duygusuna ben de tümüyle katılıyorum.
Büyükler yemek odasına geçtikten sonra, Katenka ceketimden tutarak beni durdurdu ve:
- Ne olur, anneme rica edin, bizi de ava götürsünler, diye fısıldadı.
- Peki, söylemeye çalışırız, dedim.
«   01   02   03   04   05   06   07   08   09   10   11   12   13   14   15   16   17   18   19   20   21   ...    63   »