Ana Sayfa » Yolculamak » Değirmenimden Mektuplar - I : 13
“Sizi, hanımcığım!” demeye can attım; deseydim, yalan söylemiş olmazdım. Ama öyle şaşkına dönmüştüm ki, söyleyecek bir tek sözcük bile bulamadım. Bu halimi anladı sanırım. Fettanlıklarıyla beni büsbütün şaşkına çevirmekten zevk alıyordu:
- Ya sevgilin, çoban, buraya seni görmeye geliyor mu? Sevgilin, belki de, ya altın keçi, ya da dağ başlarından hiç inmeyen peri kızı Esterelle olacak!
Kendisinde de, benimle konuşurken, o peri kızı Esterelle'in duruşu vardı. Saçlarını arkaya atarak güzel güzel gülüyor ve hemen kalkıp gitmekteki ivecenliğiyle, bu ziyareti bir peri kızının görünüşüne benziyordu.
- Hoşçakal çoban!
- Güle güle, hanımcığım!
Hemen boş sepetlerini katıra yükleyerek yola çıktı.
Bayır aşağı patikadan görünmez olunca, bana, katırının nalları altından yuvarlanan çakıl taşları, bir bir yüreğime düşüyor gibi geldi. Uzun uzun, bu taşların yuvarlanışını dinledim. Düşümü uzatmak için kımıldanmaksızın, gün batıncaya dek, uyuklar gibi olduğum yerde kaldım. Akşam koyakların derinlikleri morarmaya ve koyunlarım ağıla girmek için meleyerek kümeleşmeye başladığında, bayırın altından bana birinin seslendiğini duydum. Az sonra da, bizim matmazel çıkageldi. Deminki gibi güler yüzlü değildi; sırsıklam olmuş, soğuktan ve korkudan tir tir titriyordu. Yamacın eteğine inince, Sorgue ırmağının sellerle kabarmış olduğunu görmüş, büyük güçlükle geçmek isterken, az kalsın boğulacakmış. Asıl işin kötüsü, gecenin bu saatinde artık çiftliğe girmeyi akıldan çıkarmaktı. Çünkü ırmağın geçit veren yerini, bizim matmazel, dünyada yalnız başına bulamazdı. Ben de sürüyü bırakıp gidemezdim. Özellikle evdekilerin meraka düşeceğini aklına getirdikçe, geceyi dağ başında geçirmek zorunda kalmaktan pek üzülüyordu. Elimden geldiğince kendisini yatıştırmaya çalıştım.
- Temmuzda geceler kısadır hanımcığım… Bu da geçer!
Sorgue ırmağında ıslanan entarisiyle ayaklarını kurutmak için hemen büyücek bir ateş yaktım. Sonra kendisine süt, peynir getirdim. Ama zavallı kızcağızın ne yemekte, ne de ısınmakta gözü vardı. Hele gözlerinde iri iri yaşların toplandığını görünce, az kalsın, ben de ağlayacaktım.
Artık gece karanlığı basmıştı. Dağların tepesinde, güneşten yalnızca bir parçacık toz, batıda birazcık ışık buharı kalmıştı. Hanımımızın ağıla girip dinlenmesini istedim. Tertemiz samanın üstüne, pek güzel, yepyeni bir post sererek, iyi geceler diledim ve dışarı çıkıp kapının önüne oturdum… Tanrı bilir, içimi yakan aşk oduna karşın, aklıma hiçbir kötülük gelmedi. Yalnızca, gurur duyuyordum. Efendilerimin kızı, ağılın bir köşesinde, uyumasına merakla bakan sürünün yanıbaşında, ötekilerden çok daha değerli, çok daha ak bir kuzu gibi, benim korumam altında uyuyor diye gurur duyuyordum… Hiç gökyüzünü böyle derin, yıldızları bu denli parlak görmemiştim… Birdenbire ağılın çit kapısı açıldı ve güzel Stéphanette göründü. Uyuyamamıştı. Hayvanlar kımıldandıkça samanlar çıtırdıyordu, içlerinde düş görürken meleyenler de vardı. Stéphanette ateşin yanına gelmek istiyordu. Bunu görünce omuzlarına benim postu attım, ateşi canlandırdım; böylece, hiç konuşmadan, yanyana oturup kaldık. Geceyi açıkta geçirmişseniz bilirsiniz ki, herkesin uyuduğu saatlerde, yalnızlığın ve sessizliğin içinden gizemli bir evren uyanır. O zaman kaynaklar daha tiz perdeden şarkı söyler, göllerde küçücük alevler yanar. Dağın bütün hayaletleri özgürce gidip gelir; sanki dalların uzadığı, otun yerden bittiği duyuluyormuş gibi, havada sürtünmeler, ayrımına varılmayan gürültüler olur. Gündüz, canlıların dünyasıdır; ama gece, eşyanın cümbüşü… Alışık değilseniz, bu sizi korkutur. Nitekim bizim matmazel de ürpermeler içindeydi ve en ufak bir gürültüde, hemen bana sokuluyordu. Bir kez, aşağıdaki pırıl pırıl gölden uzun ve üzünçlü bir
« 01 ... 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 ... 42 »