Ana Sayfa » Yolculamak » Değirmenimden Mektuplar - I : 30


DEĞİRMENİMDEN MEKTUPLAR - I

ALPHONSE DAUDET

DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 116


Hastaya hekim getirmek gerekiyordu. Buraya en yakın hekim, Sartène'de, yani altı yedi fersah uzaktaydı. Ne yapmalı? Bizim gemicilerin durumu bitikti. Çocuklardan birini göndermek de olmazdı; Sartène epey uzaktı. O sırada kadın, pencereden sarkarak dışarıya seslendi:
- Hey Cecco! Cecco!…
İçeri uzun boylu, iri yarı, koyu renkte yün külahı ve keçi kılından yamçısıyla tam bir kaçakçı ya da eşkıya kılıklı bir delikanlı girdi. Karaya indiğimizde onu kapının önünde oturmuş, ağzında kırmızı piposu, bacakları arasında bir tüfekle görmüştüm. Ama, bilmem neden, bizi görür görmez ortadan yitmişti. Belki yanımızda jandarma var sanmıştı. İçeri girdiğinde, gümrükçünün karısı biraz kızarır gibi oldu. Bize:
- Amcamın oğlu, dedi. Korkmayın, fundalıklar arasından da yolunu bulur o.
Sonra hastayı göstererek, kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam yanıt vermeden başını eğdi, çıktı, ıslıkla köpeğini çağırdı; tüfeği omzunda, kayadan kayaya sıçrayarak gözden yitti.
Bu sırada, denetmenden ödleri kopmuşa benzeyen çocuklar, kestaneyle “brucio”dan (*) oluşan yemeklerini ivedi bitirmekteydiler. Sofrada sudan başka bir şey yoktu. Bir parçacık şarap olsaydı, bu çocuklara nasıl da yarardı! Ah yoksulluk! Sonunda anneleri, onları yatırmaya götürdü. Babaları, fenerini yakarak kıyı boyunu şöyle bir dolaşmaya yollandı. Biz de ateşin karşısında, sanki hâlâ denizdeymiş de dalgalarla sallanıyormuş gibi döşeğin üstünde çırpınıp duran hastamızın baş ucunda kaldık. Ağrısını biraz olsun dindirmek için tuğla ısıtıp böğrüne koyuyorduk. Bir iki kez, yatağına yaklaştığımda zavallı beni tanıdı ve teşekkür etmek için, bin bir güçlükle elini, pörtük pörtük ve ateşten çıkardığımız tuğlalar gibi hummalar içinde yanan elini uzattı…
Üzücü bir gece, kısacası! Dışarıda gün batar batmaz, hava yine bozmuştu; bir gümbürtüdür, bir köpüklenmedir, suyla kayalar arasında bir cenkleşmedir gidiyordu. Zaman zaman enginden gelen bir rüzgâr, körfeze dek sokuluyor ve bütün evi sarsıyordu. Bunu alevlerin birdenbire yükselmesinden duyumsuyorduk. Ansızın kıvılcımlanan ateş, bir an, ocağın çevresinde sıralanmış, enginlere ve engin ufuklara alışkanlığın verdiği o anlatım durgunluğuyla ateşi seyreden gemicilerin donuk yüzlerini aydınlatıyordu. Kimi zaman da Palombo, hafif hafif inliyordu. O zaman bütün gözler, zavallı arkadaşın, kimsesiz ve yardımsız can çekişmekte olduğu karanlık köşeye çevriliyor, göğüsler kalkıp iniyor, derin derin iç çekmeler duyuluyordu. Kendi talihsizliklerinin, bu sabırlı ve sessiz deniz işçilerinin yüreğinden koparabildiği şey, işte buydu. Ama yok, aldanıyorum. İçlerinden biri, ateşe çalı çırpı atmak için önümden geçerken, bana yavaşça, üzüntülü bir sesle:
- Ah efendim, dedi, kimi zaman şu işte çok sıkıntı çektiğimiz olur!..
CUCUGNAN PAPAZI
Her yıl Chandeleut yortusunda, Avignon'da Provencelı şairler, güzel şiirler ve nefis öykülerle tıka basa dolu, küçük ve eğlenceli bir kitap yayımlarlar. Bu yılınki, hemen şimdi elime geçti. İçinde biraz kısaltarak size çevirmeye çalışacağım olağanüstü bir öykü var… Parisliler, tasınızı uzatın. Bu kez size katışıksız Provence kaymağı sunuluyor…
***
Rahip Martin, Cucugnan papazıydı.
Cucugnanlıları baba gibi sever, ekmek gibi kutsal, altın gibi katışıksız bir adamcağızdı. Cucugnanlılar tapınmada kendisini biraz daha hoşnut etselerdi, Cucugnan yeryüzünün cenneti olurdu. Ama ne yazık ki, günah çıkardığı yerde örümcekler cirit atıyor; o güzelim paskalya gününde, kutsal ekmekler kutsal
«   01   ...    20   21   22   23   24   25   26   27   28   29   30   31   32   33   34   35   36   37   38   39   40   ...    42   »