Ana Sayfa » Yolculamak » Değirmenimden Mektuplar - II : 11
eteğine sığınmış, ilahiler okuya okuya, beş altı kişilik öbekler halinde bayıra tırmanıyordu. Böyle geç vakte ve soğuğa karşın bütün bu babacan insanlar, ayinden çıkınca, her yıl olduğu gibi, mutfaklarda kendileri için kurulan sofralara çökeceklerini düşünerek keyifli keyifli yürüyorlardı. Ara sıra bu dik yokuşta, önünde meşalecileriyle ilerleyen bir soylu arabasının camları ay ışığında parlıyor ya da bir katır, çıngıraklarını sallaya sallaya tin tin gidiyordu. Çiftçiler, çevresi dumanlı fenerlerin ışığında, naiplerini tanıyorlar ve önlerinden geçerken kendisini selamlıyorlardı:
- İyi akşamlar, iyi akşamlar Maître (*) Arnoton!
- İyi akşamlar çocuklarım, iyi akşamlar!..
Gece aydınlıktı; yıldızlar soğuktan canlanmış gibiydi. Poyraz kasıp kavuruyor, ince ince yağan dolu, ıslatmadan giysilerin üzerinden kayarak, karlı Noel geceleri geleneğini yaşatıyordu. Bayırın ta tepesine, kuleleri, sivri çatıları, kilisesinin koyu mavi gökyüzüne yükselen çan kulesiyle dev bir yığın halinde çöken şato, kafileden bir hedef gibi görünüyor, küçücük ışıklar, dizi dizi göz kırpıyor, gidip geliyor, bütün pencerelerde yanıp sönüyor ve yapının karaltısında, kâğıt yanınca küllerin arasından uçuşan kıvılcımları andırıyor… Kiliseye gitmek için, asma köprüden ve sur kapısından sonra, meşalelerin ateşi ve mutfaktan dışarıya vuran alevlerle gündüz gibi olmuş, arabalar, uşaklar, tahtırevanlarla tıklım tıklım dolu dış avludan da geçmek gerekiyordu. Dönen kebap şişlerinin tıkırtısı, tencerelerin gürültüsü, karıştırılan kristal ve gümüş takımlarının şıkırtısı duyuluyordu. Üstelik karışık salçalara konan keskin kokulu otlarla et kızartması kokan ılık bir buğu, papaza, naibe, herkese dedirttiği gibi çiftçilere de:
- Aman efendim, ayinden sonra ne güzel yemekler yiyeceğiz, dedirtiyordu.
II
Şıngır, şıngır! Şıngır, şıngır!..
Gece yarısı ayini başlıyordu. Şatonun bir katedral yavrusu olan kilisesinde, birbirine geçmiş kemerlerle meşe kaplamalarına, duvar boyunca işlemeli perdeler ve halılar asılmış; bütün mumlar yakılmıştı. Aman ne kalabalıktı! Aman ne tuvaletler vardı! Bakın, önce ilahicilerin bulunduğu yerin çevresinde oymalı kakma koltuklara kurulmuş, toz pembe taftadan giysisiyle Trinquelage şatosunun sahibi, yanında da bütün soylu çağrılıları. Karşıda, Marki'nin ateş renginde dibadan bir giysi giymiş yaşlı annesiyle Fransa sarayındaki son modaya göre başına kabartmalı danteladan yüksek bir hotoz geçirmiş genç karısı, kadife kaplı İncil sehpalarının arkasında bulunuyorlardı. Daha aşağıda karalar giymiş, geniş ve sivri uçlu perukaları, tıraşlı yüzleriyle naip Thomas Arnoton ve noter Maître Ambroy, göz alıcı ipeklilerle sırmalı Şam kumaşları arasında, ciddi ve ağırbaşlı kılıklarıyla göze çarpıyordu. Sonra şişko kahyalar, pajlar, araba uşakları, vekilharçlar ve bütün anahtarlarını ince gümüş bir halkayla belinden aşağı sallandırmış Barbe Kadın geliyordu. Dipteki sıralarda uşaklar, hizmetçi kadınlar ve aileleriyle birlikte çiftçiler vardı. Daha ötede de, usulcacık açıp kapadıkları kapının önünde, iş güç arasında ara sıra bir sofu edası takınmaya gelen ve onca mumun ışığıyla, şenlik içinde, havası ılınan kiliseye yemek kokuları getiren aşçı yamakları…
Acaba aşçı yamaklarının küçük beyaz takkeleri mi papazın aklını başından almıştı? Yoksa bu işi, Garrigou'nun çıngırağı, hani mihrabın altında:
- Aman çabuk olalım, aman çabuk olalım!.. Ne denli erken bitirirsek, o denli erken sofraya otururuz, der gibi olanca hızıyla çınlayıp duran o azgın küçük çıngırak yapmış olmasın?
Yalnız şu var ki, ne zaman o uğursuz çıngırak çınlasa, papaz duayı unutuyor ve şölenden başka bir şey düşünemiyor. Gözlerinin önüne eli ayağına dolaşan aşçılar, demirci ocağı gibi harıl harıl yanan maltızlar, aralıklanmış tencere kapaklarından çıkan buğu ve bu buğunun içinde, tıka basa doldurulmuş, gergin, kat kat mantarlı iki görkemli hindi geliyor…
« 01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 ... 38 »