Ana Sayfa » Yolculamak » Değirmenimden Mektuplar - II : 17
yoldan toplanmış taşlarla beslenmiş… Kısacası hanın öyle yoksul, öyle acınacak bir görünümü vardı ki, içine girip bir şey içmek, sadaka vermek yerine geçerdi.
* * *
İçeri girince, kendimi ıssız, iç kapayıcı ve upuzun bir salonda buldum. Perdesiz üç büyük pencereden dolan göz kamaştırıcı ışık, burasını daha acıklı, daha ıssız gösteriyordu. Birkaç kırık dökük masa, üstünde tozdan rengi solmuş bardaklar, dört deliğini birer dilenci tası gibi uzatan kırık bir bilardo, sarı bir kanepe, köhne bir tezgah. Bütün salona kötü ve ağır bir sıcaklık çökmüş. Ya sinekler? Salkım salkım tavana, camlara yapışmış, bardakların içine girmiş… Kapıyı açmamla, arı kovanına girmişim gibi bir vızıltı, bir kanat vızıltısıdır başladı.
Salonun bir ucunda, pencerenin önünde cama abanır gibi dışarısını seyretmeye dalmış bir kadın vardı. İki kez:
- Hey hancı! diye seslendim.
Yavaşça bana döndü. Buruşuk, çatlamış, toprak renginde bir yüz, yörenin yaşlı kadınlarında olduğu gibi uzunca, kırmızıya çalan dantela kıvrımlarıyla çevrelenmiş tam bir köylü kadın yüzü. Ama göründüğü gibi yaşlı da değildi; yalnızca gözyaşları kendisini bu görünüme sokmuştu.
Gözlerini sile sile:
- Ne istiyorsunuz? diye sordu.
- Biraz oturup bir şeyler içmek…
Söylediğimi anlamamış gibi yerinden kımıldamadan, şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
- Kuzum burası han değil mi?
Kadın içini çekti:
- Evet dedi, han olmasına han… Ama niçin siz de ötekiler gibi karşıya gitmiyorsunuz? Orası daha neşeli…
- Neşeli, ama bana gelmez… Ben burasını beğendim, dedim ve yanıtını beklemeden gidip bir masaya yerleştim.
Kadıncağız, niyetimin ciddi olduğuna inanınca, büyük bir telaşla gidip gelmeye, çekmeceleri çekmeye, şişeleri karıştırmaya, kadehleri silmeye, sinekleri kovmaya başladı… Hana birinin gelmesi, sanki başlıbaşına bir olay olmuştu. Zavallıcık arada bir duraklıyor, sonunu getirmekten umudunu kesmiş gibi başını ellerinin içine alıyordu.
Sonra, dipte salona bitişik bir odaya girince de, kocaman anahtarlarla uğraştığını, kilitleri zorladığını, ekmek teknesini karıştırdığını, üflediğini, toz silktiğini, tabak yıkadığını duydum. Arada bir, derin derin içini çektiği, hıçkırıklarını tutamadığı da oluyordu.
Böylece bir çeyrek saat geçtikten sonra, önüme bir tabak dolusu passerille (kuru üzüm), kaya gibi sert, bayat bir Beaucaire ekmeğiyle bir şişe şarap geldi.
Garip yaratık:
- Yemeğiniz hazır! dedi ve hemen pencere önündeki eski yerine geçti.
* * *
« 01 ... 07 08 09 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 ... 38 »