Ana Sayfa » Yolculamak » Doğudaki Hayalet : 25
Dingin ve sessiz birkaç dakika geçiyor onun dönmesini beklerken. Başımın üstündeki yaprakları dökülmüş asma gitgide altın kırmızısı renkler alıyor, karşıdaki caminin, büyük servilerin dallarının, her şeyin üstüne açıklı koyulu altın yaldızlar yayılıyor, akşam, huzurlu akşam, az önce Ahmet'in öldüğünü bana doğruladıkları bu yitik ve küçük mahallenin üstüne iniyor. Düşündükçe Aziyade'nin de Ahmet gibi Türk toprağında yattığına daha çok inanıyorum. Eskiden olsa içim parçalanırdı, oysa şimdi bu yitmiş insanları düşünürken yalnızca bir ince hüzün, belki onları orda bilmekten kaynaklanan rahatlamayla tatlanan bir ince hüzün duyuyorum, bir de daldıkları huzur aleminde çok geçmeden onlara katılma isteği. İslam dünyasına özgü bu durağanlığa sona eren günün çevremdeki dingin çekiciliği eklendiğinden içim yatışıyor. Şu anda çektiğim acı, insanın evrensel yazgısı ölüme kesin boyun eğdiğim için hafifliyor.
……………………………………………….
Ah bu iki zavallı yavru ne çok severdi beni oysa şimdi onlara duyduğum dünyasallıktan arınmış sevecenliğin içinde ikisi de nerdeyse birbirine karışıyor, bir anlığına bana geri verseler, nasıl dile sığmaz bir sevinçle, nasıl duyulmamış bir coşkuyla kucaklardım onları.
……………………………………………….
İyi yürekli yaşlı kadın Ahmet'in ablasının evine giderken bana eşlik etmeye hazır geri geliyor, bizi Haliç'in sonundaki Kâğıthane'ye yakın Piripaşa'ya götürecek benim o kayığımla kayıkçıyı bulmak üzere yeni baştan denize doğru ilerliyoruz.
Aşağı gitmek için az önce geçtiğimiz Müslüman mahallelerini yeniden geçmemiz gerekiyor; güneşin son ışınlarıyla şimdi pembe bir aydınlığa bürünmüş bu mahallelerde Doğu yaşamına özgü akşam canlılığı var ve giysilerinin renkleri göz alan insanlar dolu.
Kasımpaşa iskelesinde kayıkçımız, kayığına uzanmış, geleceğimizden emin bizi bekliyordu. Gün batarken Haliç'in sularında ilk seferdekine aksi yönde kaymaya başlıyoruz. Işık güney kıyıda, İstanbul'un arkasında yavaş yavaş ölüyor - gün sonlarındaki masal oyunu başlıyor.
Karaya ayak bastığımızda Piripaşa'nın, uçsuz bucaksız mezarlıklara dayanan son yerleşim yerinin ötesinde güneş sönmüştü. İşte burada, Ermeni kadınla ben, alacakaranlıkta, bilmediğim bir mahallede, dar, dolambaçlı sokaklarında kahverengi ya da kırmızı boyalı, hapishane gibi demir parmaklıklarla çevrili evler olan karanlık ve küçük bir Ermeni mahallesinde hızla yürüyoruz.
Anaktar-Şiraz görünüşü gizemli bu evlerden birinin önünde duruyor ve demir tokmağı vuruyor. Vuruşlar yaşlı ve cansız yöredeki tüm doğramalarda hüzünle yankılanıyor.
Az sonra kapı güvensiz bir biçimde aralanıyor ve karanlıktaki aralıkta karşımda beliren hayalet gibi bir yüz beni ürpertiyor: Elli yaşlarında bir yüz bu, üzgün, solgun, zayıf, ama küçük Ahmet'e benziyor, ürkütmeye varan çarpıcı bir benzerlik bu. Ablası onunla tıpatıp aynı, aynı yüz çizgileri, aynı anlatım, aynı gözler, sanki Ahmet'in kendisini görmüş gibiyim, otuz yıl yaşlanmış haliyle, zamanın ve ölümün ötesinden bana sitem dolu bir bakış fırlatır gibi.
Kadın şaşkın, ikircimli, araladığı kapıyı kapatacak nerdeyse.
- Loti! diye atılıyor yaşlı Anaktar, bir hayaleti haber verircesine alçaktan söylüyor bu adı: İyi bak, Loti bu! Loti geri döndü!
- Loti? Loti? diye yineliyor öteki, sesinde bir titremeyle. Ah! Loti!… diyor sonra, bir sessizliğin ardından, sitemlerin en dokunaklısından daha çok yüreğime işleyen sızı ve acı dolu bir sesle.
« 01 ... 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 ... 44 »