Ana Sayfa » Yolculamak » Marie Grubbe - I : 07
“Sonunda savaşın başlamış olduğunu bildirdi.”
“Aman Tanrım! Herhalde doğru değildir. Ama önünde sonunda işin buraya varacağı belliydi.”
“Öyle ama bu kadar bekledikten sonra, hiç olmazsa ürünün kaldırılmasını da bekleseydiler!”
“Galiba, işi bu sonuca vardıranlar, Schonenliler oldu. Son savaşın acılarını hâlâ duyuyorlar, bu kez iyi bir sonuç almak umudundalar.”
“Hayır, buna neden yalnızca Schonenliler değil, Seelandlılar (1) hep savaş ister ve hiçbir zaman kimsenin onları rahatsız etmeyeceğini bilirler. Evet, öyle. Devlet yöneticileri toptan deli olunca serserilerle budalalara gün doğar.”
“Gerçi Mareşal'in bu işe istemeyerek razı olduğu söyleniyorsa da…”
“Buna şeytan inansın! Belki bu da olabilir ama ben bir karınca yığınına sakin olun diye vaaz etmenin de bir yarar sağlayacağını sanmam. Demek savaşa girdik? Şimdi herkesin kendi malını, canını koruması gerek. Korunacak şeyler de az değil.”
Konuşma bundan sonra Erik Grubbe'nin yolculuğuna geldi. Uzun süre yolların kötülüğünden söz ettiler; sonra yine Tjele'den, semirtilecek sığırlardan, hayvanların ahırda beslenmesinden konuştular. Sonunda yine yolculuğa ve yolculuk serüvenlerine döndüler. Bu sırada bira güğümünü de asla savsaklamadılar. Bira adamakıllı başlarına vurmuştu. Erik Grubbe tam bu sırada Perle ile Seylan ve Doğu Hindistan'a yaptığı yolculuğu anlatıyor; aklına yeni, neşeli anılar geldikçe, gülmesini güçlükle bastırıyordu.
Rahip, vakit ilerledikçe ciddileşti. Sandalyenin üstünde büzülüyor, ara sıra başını sallıyor, öfkeli öfkeli önüne bakarak konuşuyormuş gibi dudaklarını kıpırdatıyordu. Aynı zamanda gittikçe artan bir hızla elini oynatıyordu. Sonunda masanın üstüne vurdu, sonra da korkudan büyümüş gözlerle Erik Grubbe'ye bakarak yerine çöktü; sonra Erik Grubbe son derece bön bir aşçı yamağını anlatmaya daldığı bir sırada rahip ayağa kalkmayı becerdi ve boğuk, uğuldayan bir sesle konuşmaya başladı:
“Gerçekten öyle, gerçekten” diyordu. “Ben sizin kişi olarak bir utanç ve utanç konusu olduğunuza kendi ağzımla tanıklık ederim, kendi ağzımla! Sizin için daha iyi olurdu, eğer sizi denize atsalardı! Gerçekten boynunuza bir değirmen taşı geçirerek ve iki ton filizlenmiş arpayla birlikte denize atsalardı sizi! Sizin bana iki çuval filizlenmiş arpa borcunuz var, buna bütün ciddiliğimle ve kendi ağzımla tanıklık ediyorum. Benim olan, yeni çuvallara konmuş tam iki ton filizlenmiş arpa… Çünkü verdikleriniz benim çuvallarım değildi. Asla, asla değildi! Bunlar sizin eski çuvallarınızdı! Yeni olan benimkilerdi! Bunları siz kendinize alıkoydunuz! İçlerindeki filizlenmiş arpa da bozulmuştu. Gerçekten! Ahlak bozukluğundan kaynaklanan bu alçaklığa bakın siz! Çuvallar benimdi ve ben bunu sizin yanınıza bırakmayacağım! Bu işte hüküm verecek olan benim, diyorum size! Korkmuyor musunuz? Kocamış bacaklarınızın üstünde titremiyor musunuz? Kocamış koca kütük sizi! Sizin bir Hıristiyan gibi yaşamanız gerekir! Ane Jenstochter'le birlikte yaşamak ve bir Hıristiyan rahibinin, onun tarafından alay konusu edilmesine yol açmak, Hıristiyanlığa yakışır mı? Siz bir, siz bir kocamış Hıristiyan kütüğüsünüz! Evet öyle!”
Erik Grubbe, rahip konuşurken önce yüzünün bütün genişliğiyle gülümsüyor, masanın üstünde duran elini de ona doğru dostça uzatıyordu. Daha sonra ortada görünmeyen bir dinleyicinin göğsüne vuruyormuş gibi dirseklerini yana kaldırmaya başladı. Sanki rahibin ne kadar iyi sarhoş olduğuna işaret etmek istiyordu. Ancak yavaş yavaş bu söylevin anlamını bir dereceye kadar kavramış olmalı ki, yüzü birdenbire kireç gibi oldu, güğümü yakaladığı gibi rahibe doğru fırlattı. Rahip sandalyenin üstünde geriye doğru düştü ve yere yuvarlandı. Gerçekteyse yere korkudan yuvarlanmış, güğüm ona çarpmadan masanın üstünde, yana devrilmişti. İçindeki bira da masanın bütün yüzüne yayılıyor, küçük akıntılar halinde rahibin üzerine ve yere dökülüyordu.
Şamdandaki mum dibine inmiş, alevi titriyordu; bu yüzden oda bir aydınlanıyor, bir kararıyordu, öyle ki pencereden şafağın mavi alacakaranlığı bile seçilebiliyordu.
Rahip hâlâ konuşmayı sürdürüyordu. Bir an geliyor, sesi derinleşerek korkutucu bir durum alıyor, bir an sonra da ıslıklı, yalvarıcı bir biçimde sürüyordu.
“Siz altınlar, atlaslar içinde yaşarken ben yerlerde sürünüyorum! Yaralarımı köpekler yalıyor. Siz peygamber İbrahim adına ne armağan ettiniz? Ne kurban ettiniz? Siz Hıristiyan Peygamberi İbrahim'in kucağına sekiz şilin bir para bile bırakmadınız! Şimdi de size adamakıllı işkence edecekler. Ama sizin için kimse tırnağını bile kesmeyecektir!”
Bunları söylerken eliyle dökülmüş biraya vuruyor ve sonra yine sürdürüyordu:
« 01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14 15 16 17 ... 36 »