Ana Sayfa » Yolculamak » Marie Grubbe - II : 03


MARIE GRUBBE - II

JENS PETER JACOBSEN

DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 95


Marie mutluydu.
Hapse atılmış ve böyle bir çevrenin karanlığından, zindan bekçilerinin kaba davranışlarından kurtularak bir kalabalık tarafından neşe içinde tahta çıkarılan, böylece kıvırcık saçları üzerine erkin ve onurun altın tacı giydirilen, önünde herkesin saygıyla gülümsediğini ve egemenlik hakkını tanıyarak baş eğdiğini gören bir prens çocuğu gibi, o da şimdi sessiz odasından dünya içine çıkmıştı. Bir kraliçeymiş gibi herkes onun egemenliğini kabul ediyor, ona dil döküyor, güzelliğinin gücü önünde gülümseyerek eğiliyordu.
İnci sümbülü adı verilen bir çiçek vardır. Gözlerinin rengi bu çiçeğin mavisine benziyordu. Ama parlaklığı, dökülen çiğ taneleri gibi; derinliği, gölgede duran gök yakutlar gibiydi. Bu gözler sönüp giden tatlı sesler gibi gönülsüzce eğilir, mağrur borular gibi cesaretle yukarılara bakardı. Günleri yaklaşan yıldızlar, tüllere bürünmüş titrek bir ışık içinde solgunlaşır. Marie'nin bakışı da üzgün olunca tıpkı böyle hüzünlenirdi. Bu bakış bir kimse üzerinde o kadar gizemli ve gülümseyerek kararlılık gösterirdi ki, o kimse kendini uzak bir düşte ama adı üstelenerek çağırılıyormuş duygusuna kapılırdı. Ancak umutsuzluk ve acıyla dolarak karanlıklaştıkları zaman da, dökülen kan damlarının akışı duyulurdu.
Başkaları üzerinde bıraktığı etki buydu. Kendisi bunu tam olarak kavramasa da biliyordu. Tam olarak bilse, daha yetişkin olsaydı, belki de güzelliği içinde taş kesilir, kendini ancak zengin parıltılı bir yuva içinde tutulması gereken ve özellikle herkes tarafından arzu edilmeyi isteyen, ender ve pahalı bir mücevher gibi görür, hayranlarına da bu soğuk sessizlik içinde görünürdü. Ama böyle yapmıyordu. Güzelliği kendisinden daha yaşlıydı, bunun gücünü birdenbire o denli tanımıştı ki, varlığını sessiz ve dingin, güvenle bu güzelliğe dayandırması, onun kollarında taşınmasını sağlaması bir hayli zaman geçmesini gerektiriyordu. Aksine, beğenilmek için çaba harcıyor, koketleşip süsleniyor, kulakları kendisine iltifat eden her sözü, gözleri her hayran bakışı adeta içiyor ve bütün bunları bir giz gibi yüreğinde saklıyordu.
Şimdi on yedi yaşındaydı. Barıştan sonraki ilk pazar günü öğleden önce kilisedeki şükran ayinine katılmıştı; ayakta duruyor ve Bayan Rigitze ile yapacakları ikindi gezintisi için süsleniyordu.
O gün bütün kent yarı kaynaşma durumundaydı. Çünkü kent kapıları tam yirmi iki ay kapalı kaldıktan sonra, ancak barış imzalanınca yeniden açılmıştı. Onun için şimdi herkes dışarıya koşuyor, dış mahallelerin yerlerini, düşmanın nerede kaldığını, kendi birliklerinin nerelerde savaştığını yeniden görmek istiyordu. Siperlerin içine giriyor, korunaklara çıkıyor, cephanelikleri araştırıyor, metris sepetlerini çekiştiriyorlardı. Kimi şurada beklemiş, kimi şurada vurulmuştu. Bazılarıysa şurada geri çekilmiş ya da burada kuşatılmıştı. Burada, tekerlek izlerinden top kundaklarına, açık ordugâhta yakılan ateş artığı kömürlerden, kırılıp dökülmüş tahta padavralara, güneşte ağarmış at kafalarına kadar her şey dikkati çekiyor, hepsi hakkında açıklamalar yapılıyor, öyküler anlatılıyor, varsayımlar yürütülüp tartışılıyordu. Ve bu sırada tabyalara çıkıyor, metrislere dokunuyor, duvarlardan içeri girip yamaçlardan aşağı iniyorlardı.
Geert Pyper bütün ailesiyle birlikte oradaydı; böbürlenerek çevrede dolaşıp duruyordu. Belki yüz kez ayağıyla yere vurmuş, birçokları da gelen yankılara bakarak yer altının boş olabileceğine işaret etmişti. Şişman karısı korkuyla kolundan çekiyor, o kadar inatçı olmamasını rica ediyordu. Greet Usta da dolaşıp tepinmekte ondan aşağı kalmıyordu. Yetişkin oğluysa, ufak tefek nişanlısına, atılan bir kurşunla çuha paltosu delindiği gece nerede nöbet tuttuğunu, çıkrıkçıların oğlunun başından vurulduğu yeri gösteriyordu. Bu arada buldukları kurşunları yanlarında götürmelerine izin verilmediği için küçük çocuklar ağlaşıyordu. Çünkü Erik Lauritzen bunların zehirli olabileceğini söylemişti. O da oradaydı, vaktiyle barakaların bulunduğu yerde yarı çürümüş sapların üstünde dolaşıp duruyordu. Magdenburg önünde asılan bir askerin öyküsünü anımsamıştı. Yedi arkadaşı bu askerin yastığının altında o kadar çok altın bulmuşlardı ki, kent yağmalanmaya başlayacağı zaman bunlar orduyu bırakıp kaçmıştı.
Kalabalık böylece kaynaşıp duruyordu. Yeşil tarlalar, açık kurşuni yollar çevrede dolaşan insanların kalabalığından görünmez olmuştu. Bunlar, çok iyi tanıdıkları bu yerleri o kadar dikkatle ve ince ince gözden geçiriyorlardı ki, gören bunları yeni keşfedilmiş bir dünya ya da daha önce hiç görülmemiş, henüz sudan çıkmış bir adada sanırdı. Birçokları da geniş uzaklıkları önlerine açılmış görerek ani bir dolaşma özlemiyle ve önlerindeki geniş sınırsızlığın karşısında başları dönmüş gibi tarladan tarlaya, çayırdan çayıra durup dinlenmeden gezip dolaşıyordu.
«   01   02   03   04   05   06   07   08   09   10   11   12   13   ...    39   »