Ana Sayfa » Yolculamak » Mozart Prag Yolunda : 10
Üstadımız, çiçekleri hâlâ canlı duran iki büyük göbek arasından parkın ağaçlı bölümlerine doğru yürüdü, birkaç koyu renkli güzel fıstık çamı öbeğine dokundu ve adımlarını, birçok kıvrıntı yapan dar yollara yöneltti, sonra güçlü bir su şırıltısına yönelerek yavaş adımlarla yeniden açıklığa çıktı ve kendini hemen bir fıskiyeli havuzun önünde buldu.
Hoş görünüşlü geniş oval havuzun çevresi, büyük saksılar içinde özenle yetiştirilmiş ve aralarında bir defne veya oleander denilen bir süs fidanı bulunan turunçgillerle sarılmıştı. Bu topluluğun dört bir yanını dolaşan yumuşak kumlu bir yol, parmaklıklı küçük bir kameriyeye açılıyordu. Burası çok hoş bir dinlenme yeriydi ve Mozart, önünde küçük bir masa duran sıranın, giriş yerine yakın olan yanına çöküverdi.
Kulağını keyiflice, su şıkırtısının geldiği yana vermiş, gözü de orta boyda bir turunç ağacına takılmıştı. Sıradan dışarıya alınmış olan ve kendisine pek yakın bir yerde duran bu ağaç en güzel meyvelerle yüklü bulunuyordu. Bu güney temsilcisi, dostumuza birdenbire çocukluk zamanının sevimli bir anısını anımsattı. Düşüncelere dalmış, gülümseyerek elini en yakın meyveye doğru uzattı. Sanki onun nefis yuvarlaklığını ve taze serinliğini avucunun boşluğu içinde duymak istiyordu. Fakat gözünün önünde yeniden canlanan o gençlik sahnesiyle, dolaylı olarak, çoktan beri aklından silinmiş bir melodiyi anımsamaya başlamıştı ve düşlemini onun belirsiz izleri üzerinde bir süre gezdirdi. O sırada parlamaya başlayan gözleri bir süre kararsızca oraya buraya çevrildi. Mozart'ı bir düşünce almıştı ve hemen bunu izlemeye koyuldu. Ne yaptığını bilmeden ikinci kez turunca dokunmuştu ki dalından kopan meyve elinde kaldı. Ne yaptığının farkında mıydı, yoksa değil miydi, bilemeyiz. O, sanatçıya özgü bir dalgınlıkla güzel kokulu meyveyi farkında olmaksızın burnunun altında durmadan bir yandan öbürüne çevirirken işitilmeyen bir melodiyle dudaklarını kımıldattığı görülüyor, onu bir başından, bir ortasından yineleyip duruyordu. En sonunda bu dalgınlık o kadar ileri gidecekti ki, içgüdüsüne uyarak ceketinin yan cebinden üzeri mineli bir tabaka çıkaracak, içinden aldığı bir ufak çakıyla elindeki yuvarlak sarı nesneyi yukarıdan aşağıya yaracaktı. Onu bu sırada herhalde belirli belirsiz bir susuzluk duygusu gütmüş olmalıydı; ama bir kez uyanmış olan duyuları yalnızca nefis kokunun zevkine varmakla yetindiler. Dakikalarca meyvenin iki kesik yüzüne baktı, sonra onları yavaşça birleştirdi, çok yavaş hareketlerle gene ayırdı ve yeniden birleştirdi.
O sırada yakınında ayak sesleri duydu, kendisini bir korku aldı; nerede bulunduğunun ve ne yaptığının birdenbire farkına varmıştı. Bir an turuncu saklamak istedi, fakat gururundan mı, yoksa bu işte çok geç kaldığı için mi, hemen kendini tuttu. Uşak giysisi giymiş, geniş omuzlu bir adam, şatonun bahçıvanı, karşısına dikilmişti. Bu adam son şüpheli davranışı görmüş ve şaşkınlık içinde birkaç saniye ses çıkarmamıştı. Mozart da onun gibi dili tutulmuş, oturduğu yere sanki çivilenmişti; yarı güler bir tavırla, ama belirli derecede kızarmış bir durumda mavi gözlerini az çok kurularak ve yüksekten adamın suratına dikti. Sonra, elindeki görünürde sapasağlam duran turuncu -üçüncü bir kişi için son derecede gülünç bir davranış olarak- cesaretle meydan okuyan bir edayla önündeki masanın ortasına bıraktı.
Bu kez bahçıvan, karşısındaki yabancının pek gözüne kestiremediği giyimini bir süzdükten sonra öfkesini bastırmaya çalışarak: “Bağışlayın” diye söze başladı, “bilmiyorum, burada kiminle…”
“Viyana'dan orkestra şefi Mozart.”
“Hiç kuşkusuz, şatoda sizi tanıyorlar, değil mi?”
“Ben buranın yabancısıyım ve yolcuyum. Kont evdeler mi?”
“Hayır.”
“Sayın eşi?”
“İşleri var, görüşebilmeniz pek güç.”
« 01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 ... 39 »