Ana Sayfa » Yolculamak » Pazartesi Öyküleri - I : 56


PAZARTESİ ÖYKÜLERİ - I

ALPHONSE DAUDET

DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 14


Fransa'da bir baştan öbür başa, ormanlar kimse elini sürmeden büyür, taşlar kendiliğinden çökerdi.
Ama zamanlar değişti; şimendiferler çıktı, tüneller kazıldı, göller dolduruldu ve öyle çok ağaç kesildi ki, nerede barınacağımızı bilemez olduk. Yavaş yavaş köylüler de bize inanmamaya başladılar. Geceleri, panjurlarına vurduğumuz zaman Robin:
- Yel olacak! diyor ve yeniden uykuya dalıyordu. Kadınlar göllerimize çamaşır yıkamaya gelmiyorlardı. Artık bizim dönemimiz geçmişti. Ancak halkın inancıyla yaşadığımız için, onu yitirince, her şeyimizi de yitirmiş olduk. Değneklerimizin özelliği yok oldu.. Güçlü birer kraliçeyken, unutulan periler gibi buruşuk ve kötü huylu birer kocakarı olup çıktık. Ekmek paramızı kazanmak gerekiyordu, ama elimizden hiçbir iş gelmiyordu. Bir süre bizleri ormanlarda çalı çırpı taşırken ya da yolların kıyısında buğday tanesi toplarken gördüler. Ama orman bekçileri bize pek sert davranıyordu; köylüler de bizi taşla kovalıyordu. O zaman, kendi ülkelerinde yaşamlarını kazanamayan yoksullar gibi, büyük kentlere, çalışıp karnımızı doyurmaya gittik.
İçimizden bez fabrikalarına girenler oldu. Bazılarımız kışın, köprülerin köşesinde elma ya da kiliselerin kapısında tespih sattık. Çekçek arabalarına portakal doldurup sokak sokak dolaştırdık, gelip geçenlere bir meteliklik çiçek demetleri uzattık, ama kimse başını bile çevirip bakmadı. Çocuklar bizim sarkık gerdanlarımızla alay ediyorlar, belediye çavuşları bizi koşturuyorlar, atlı otobüsler çarpıp deviriyorlardı. Sonra hastalıklar, yoksunluklar, üstümüze çekilen hastane çarşafları… Bakın Fransa bütün perilerinin nasıl canına kıydı. Ama cezasını da çekti.
Evet, evet, siz güledurun, efendilerim. Ama perileri kalmayan bir ülkenin nice olduğunu hepimiz gözümüzle gördük. O karınları tok ve işin alayında olan köylülerin Prusyalılara ekmek sandıklarını açtıklarını ve onlara gösterdiklerini gördük. Neden? Robin artık büyüye, ermişliğe inanmıyordu, ama yurda da artık inandığı yoktu. Ah, bizler orada olsaydık, Fransa'ya giren bütün o Almanlardan bir teki bile sağ çıkmazdı. Draklarımız, alevli buharlarımız onları bataklıklara ve uçurumlara götürürdü. Adımızı taşıyan bütün o sâf kaynaklara büyülü içkiler karıştırır ve onların akıllarını başlarından alırdık. Ay ışığındaki toplantılarımızda, büyülü bir sözcükle yolları, ırmakları öyle karıştırır, çalılıkları, fundalıkları, hep gidip büzüldükleri o orman içlerini öyle arapsaçına döndürdük ki, M. de Moltke'nin küçük kedi gözleri bile işin içinden çıkamazdı. Biz olsaydık, köylüler ileriye atılırdı. Göllerimizin kocaman çiçeklerinden yaralara merhem çıkarırdık, şeytan örümceklerinin ağlarından lifler yapardık. Savaş alanlarında can çekişen er, kendi köyünün perisini, yarı kapanmış gözleri üzerine eğilerek, ona ormanın bir köşesini, bir yol dönemecini, yurdunu anımsatan bir şeyi gösterdiğini görürdü. Ulus savaşı, kutsal savaş böyle yapılır. Ama ne yazık ki artık inancını yitirmiş yerlerde, perisi kalmamış ülkelerde böyle bir savaş olamıyor.
Burada bu cırlak ses bir an sustu ve yargıç söze başladı:
- Pekiyi ama askerler sizi yakaladıkları zaman üzerinizde bulunan gazyağıyla neler yaptığınızı bir türlü söylemiyorsunuz.
Kocakarı pek dingin:
- Neye söylemeyeyim efendiciğim, dedi. Paris'i yakıyordum. Paris'i yakıyordum, çünkü Paris'ten tiksiniyorum; çünkü her şeyle alay eden odur, çünkü bizleri öldüren odur. Bizim şifalı kaynaklarımızı incelesinler, içinde ne oranda demir ve kükürt bulunduğunu öğrensinler diye başımıza bilginleri saran, Paris'tir. Paris, tiyatrolarında bizimle alay etmiştir. Büyü yeteneğimiz hokkabazlık sayıldı; biliciliklerimiz alay konusu oldu. Bizim pembe giysilerimiz ve kanatlı arabalarımız içinde, yalancı dolunay ışıkları arasından geçen öyle kötü suratlar görüldü ki, kimse bizi artık kahkaha atmadan düşünemez oldu… Hepimizi adlarımızla bilen, bizleri seven, birazcık da korkan küçük çocuklar vardı. Ancak serüvenlerimizi öğrendikleri o baştan başa yaldızlı ve resimli güzel kitaplar yerine, şimdi Paris, ellerine çocukların anlayamayacağı bilim kitaplarını tutuşturdu. İçlerinden sıkıntının buram buram toz gibi yükseldiği kitaplar, küçük gözlerden bizim büyülü saraylarımızı ve sihirli aynalarımızı silip süpüren hantal kitaplar… Evet, sizin o Parisinizin alev alev yandığını görmekten pek hoşnut olmuştum… Kundakçı kadınların tenekelerini dolduran ve onları asıl ateş verilecek yerlere götüren, hep bendim.
- Yakın kızlarım, her şeyi yakın, yakın, yakın! diyordum.
Yargıç:
- Bu yaşlı kadın kesinlikle kaçırmış olmalı. Alın, götürün şunu! dedi.
«   01   ...    46   47   48   49   50   51   52   53   54   55   56   »